Şubat 1884’te, İngiliz sanat eleştirmeni ve bilgin John Ruskin, hava durumuyla ilgili ders vermek için Londra Enstitüsü’nde kürsüye çıktı.
“On Dokuzuncu Yüzyılın Fırtına Bulutu”, tahminine göre şehirlerin ancak son yıllarda sarmaya başlayan belirli bir “karanlık rüzgarı” ve “veba bulutu”na karşı ortaya çıkan bir hareketti. Şüpheci bir dinleyici kitlesine, dikkatli meteorolojik ölçümler yaptığından bahsetti.
Ruskin ortaya çıkan “yeni hava durumu”nun “acı ve kötü niyetli” olduğuna ve belki de daha önemlisi, bunun belirli bir toplumsal “ahlaki kasveti” yansıttığına karşı çıktı.
O zamanlar “karanlık rüzgarların” bir delinin sayıklamaları olarak görmezden gelmek kolaydı. Bulutlar buluttur ve bunu “deliler bile bilir”.
Akademisyenlere göre Ruskin’in bahis konusu ettiği “karanlık rüzgar” ve “veba bulutu” var olsaydı bile bunların insan ruhuyla herhangi bir ilişkisi olduğunu hayal etmek yakışıksız olurdu.
Brian Dillon’ın 2019’da The Paris Review’daki bulut dersleri hakkında gözlemlediği gibi Ruskin’in “kötü havasının nerede bittiğini ve kendi perişan, kederli ruh halinin nerede başladığını” söylemek de oldukça zordu.
Ruskin, 1886 yılında davetli olarak gittiği Oxford’da bir konuşma yaparken zihinsel çöküntü yaşadı ve hayatının sonuna yaklaştığı bir dönemde “deli” olarak yaftalandı.
Ruskin, şahsına yapılan bütün taaruzlara rağmen fikrinden dönmedi. Ona göre “bütün bulutlar sadece bulut değildi.” Ruskin ölümünden sonra ortaya çıkan günlüğünün giriş bölümünde belirttiği gibi bazıları “yoğun bir üretim bulutu” tarafından sulandırılmışlardı.
Ruskin’in “veba bulutları”, Sanayi Devrimi’nin miazmasını temsil ediyordu. Bulutlar onun gözünde ahlaki kasvet, özellikle de hızla ilerleyen toplumsal ve çevresel değişikliklerden kaynaklanan kasvetin remziydi.
Ruskin’in yaşadığı dönemde pastoral manzaralar, amansızca endüstriyel merkezlere dönüşüyordu. Her şey kükürt ve acı kokuyordu. İs dolu hava, kimyasal ve insani atıkları, makinelerin gürültüsü de hayatın rutini haline gelmişti. Bunlar sadece fiziksel rahatsızlıklardan daha fazlasına işaret ediyordu. Ruskin’e göre bütün bunlar “duyulara yönelik saldırılar”dı: ruh hallerini ve davranışları henüz tam olarak anlaşılmamış şekillerde şekillendiriyorlardı.
Ruskin, alet kakofonisi, yaygın fabrikalar ve çevresel yıkımla birlikte endüstrileşmenin amansız temposunun psikolojik refahı baltaladığına inanıyordu: zihnin, tıpkı beden gibi, gelişmek için sağlıklı bir sosyal ve fiziksel ortama ihtiyacı vardı. Bu aslında o zamanlar için oldukça yeni bir fikirdi. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin kurucularından ve zihinsel sağlığın öncüsü olan Isaac Ray henüz “zihinsel hijyen” fikrini ortaya atmamıştı. Ruskin’e göre, çevredeki istikrarsızlık, zihindeki istikrarsızlığı doğuruyordu.
Ruskin’in Londra Enstitüsü’nde kürsüde yaptığı konuşmadan bir asırdan fazla bir süre geçtikten sonra “veba bulutları” bilim semalarında bütün gizemleriyle arzıendam etmeye başladılar. Küresel ortalama yüzey sıcaklıkları, sanayi öncesi dönemden bu yana yaklaşık 1,1°C arttı ve bu ısınmanın çoğu son 40 yılda gerçekleşti.
Buzlar eriyor, denizler sürekli yükseliyor, fırtınalar yıkıcı etkilerini arttırıyor… Fakat insanoğlu suçu kendisinde arama konusunda hevesli değil. Bütün bu olanlar son 5 yıla kadar “bizim dışımızdaki dünyanın” yani “dış güçlerin” oyunu olarak kabul edildi.
İklim değişikliği anlatısı, meteorolojik aşırılıklar, ekonomik çalkantılar ve biyolojik çeşitlilik kayıplarından biri olarak kabul ediliyor ama belki de belki de “delirmiş” bir Ruskin’i ciddiye almaya değer. O zaman şimdi geri dönüp Ruskin’in sorduğu soruyu yineleyelim “Dıştakiler tamam ama içimizdeki iklim ve kasvetli bulutlar ne olacak?” İnsan iklim krizi havayı daha da ısttıkça okyanusları asitleştirdikçe ve sıcaklık rekorlarını korkutucu bir düzenlilikle altüst ettikçe, insan zihinlerimizin de aynı şekilde değişip değişmediğini sormaya meyilli oluyor.
İşte olumlu yanıtların en endişe verici olanlarından bazıları. Göçmenlik hakimlerinin daha sıcak günlerde sığınmacıların lehine karar verme olasılığı daha düşüktür. Bu tür günlerde, öğrenciler ılıman günlere kıyasla çeyrek yıllık eğitimlerini kaybetmiş gibi davranırlar. Daha sıcak okul yılları daha düşük öğrenme oranlarına karşılık gelir. Sıcaklık, çevrimiçi nefret söyleminin sıklığını arttırır; Aile içi şiddet olayları sıcak havalarda artar ve elbette intiharlar da…
Ruskin’in o meşhur konuşmasını gerçekleştirdiği Londra Enstitüsü 1912’de kapandı. Günümüzde, olumsuz çevre-zihin etkileşimlerine karşı çıkmak istediğinizde, kürsüye çıkmak yerine The Lancet veya benzeri bir dergide makale yayınlıyorsunuz. Mayıs 2024’te çoğunluğu klinik nörologtan oluşan bir bilim ekibinin de yaptığı bundan başka bir şey değildi. Araştırma sıcak hava koşullarının “birçok sinir sistemi rahatsızlığının görülme sıklığı, yaygınlığı ve ciddiyetini arttırdığını” açıkça gösteriyordu. İngiltere’deki University College London’da nöroloji profesörü olan Sanjay Sisodiya liderliğindeki ekip tarafından gerçekleştirilen söz konusu incemele, “iklim hikayesinin” gerçekten de “içsel bulutları” tetiklediğini gösterdi.
Sisodiya ve meslektaşları , 332 bilimsel çalışmayı incelediklerinde iklimsel etkinin insan davranışının çok ötesine ve korteks çatlaklarının derinliklerine kadar uzandığını gösterdi: Migren, felç, nöbet ve multiple sklerozun büyük oranda sıcaklığa bağlı olduğu ispatlandı.
İncelemeyi gerçekleştiren bilim adamları Tayvan’da şizofreni nedeniyle hastaneye yatma riskinin gündüz sıcaklık aralıklarının genişlemesiyle arttığını da ortaya koyarak ilginç bir bulguyu bilim insanlarıyla paylaştılar. Kaliforniya’da ise “herhangi bir akıl sağlığı bozukluğu, kendine zarar verme, başka bir kişiye kasıtlı olarak zarar verme veya cinayet nedeniyle hastaneye yatma” daha geniş günlük sıcaklık dalgalanmalarıyla birlikte arttığı anlaşıldı. İsviçre’de de psikiyatrik bozukluklar nedeniyle hastaneye yatma sıklığının sıcaklıkla birlikte arttığı ve özellikle şizofreni vakalarında bu artışın oldukça belirgin olduğu da makalede yer verilen argümanlardan oldu.
Hastane dışında, iklim değişikliği keneler, sivrisinekler ve yarasalar gibi hastalık vektörlerinin yaşanabilir aralığını genişletiyor ve bilim insanlarının sarı humma, zika ve serebral sıtma gibi vektör kaynaklı ve zoonotik beyin rahatsızlıklarının görülme sıklığının artacağını tahmin etmelerine neden oluyor.
Sağlık sisteminin dışında, büyük ölçüde değişen bir çevre duyusal sistemler ve algı üzerinde etkili oluyor, hem duyusal bilgileri hem de onu işlemek için kullandığımız biyolojik araçları bozuyor.
Uzaktan bile makul olanın dışında, ısınan tatlı su beraberinde siyanobakteriyel çiçeklenmelerin sıklığını artırıyor ve bunlar amiyotrofik lateral skleroz gibi nörodejeneratif hastalık riskini artıran nörotoksinler salgılıyor.
Gerçekten de son çalışmalarla birlikte iklim değişikliğinin parkinson ve alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların zaten önemli olan yükünü daha da kötüleştirebileceği artık ortada. Ortalamadan daha sıcak iklimlere sahip ülkelerde, daha yoğun ısınma parkinson vakalarında daha fazla artışla ilişkilendirilmiştir ve Sisodiya ve diğerlerinin belirttiği gibi bunama yaygınlığındaki en yüksek öngörülen artış oranlarının “iklim değişikliğinin en büyük etkilerini yaşayan ülkelerde olması bekleniyor.”
Benzer şekilde, yüksek sıcaklıklara kısa süreli maruz kalmanın Alzheimer hastaları için acil servis ziyaretlerini artırdığı görülüyor . Soluduğumuz hava muhtemelen psikolojimizde tamamlayıcı bir rol oynuyor: Örneğin, sakinlerinin genç yaştan itibaren yüksek düzeyde ince partikül madde ve ozona maruz kaldığı Mexico City’de, otopsiler 30 yaşın altındakilerin %99’unda ilerleyici alzheimer patolojisini ortaya koydu .
Riskler sadece bugün yaşayanlarla sınırlı değil. Örneğin 2022’de yapılan bir epidemiyolojik çalışma erken gebelikte ısıya maruz kalmanın çocuklarda şizofreni, anoreksiya ve diğer nöropsikiyatrik rahatsızlıkların gelişme riskini önemli ölçüde artırdığını ortaya koydu. Gebelik sırasında yüksek sıcaklıkların sıçanlarda nörolojik gelişimi geciktirdiği ise uzun zamandır bilinen bir gerçek.
Diğer bilim insanları, rahimde doğal afetler yaşamanın çocuklarda ileriki yaşamlarında anksiyete, depresyon, dikkat eksikliği veya hiperaktivite bozukluğu ve davranış bozuklukları riskini büyük ölçüde artırdığını gösterdi.
Sisodiya ve meslektaşlarının yazdığı gibi “iklim değişikliğinden en çok etkilenen bölgeler ile çalışmaların çoğunun gerçekleştirildiği bölgeler arasında muazzam bir ‘küresel eşitsizlik’ bulunuyor.
Kimi bilim insanlarına göre yukarıda sayılan ve sayılmayan benzer araştırmalar “belli ölçüde” spekülatif olsa da, bu bulgular iklim kaygısının yalnızca sosyokültürel bir olgu olmadığını, teorik olarak tanımlanabilir nöral korelasyonları olan bir olgu olduğunu en azından teorik açıdan ortaya koyuyor. Bazı insanların iklim değişikliğinden neden diğerlerinden daha fazla psikolojik olarak etkilenebileceğini anlamak için olası bir biyolojik çerçeve sağlıyorlar. Ayrıca, iklim kaygısı olanların beyinlerinin ısınan bir dünyanın varoluşsal tehdidiyle yüzleşmek için özellikle uygun olup olmadığı veya buna yenik düşmeye karşı savunmasız olup olmadıkları konusunda ilgi çekici sorular ortaya çıkarıyorlar. Ancak her durumda, dünyanın içe doğru uzandığını gösteriyorlar.